11 Ağustos 2012 Cumartesi

Çocukluk üzre anı parçacıkları

Bu yazım bir yakın geçmişten bir alıntı. Yazalı bir süre olmuş, gözüme çarptı, sizlerle paylaşıyorum.




Uyuyamadım... Kızımın anne olmasını, torunumu bekliyor, düşünüyorum...

Herbirimiz büyüyecek, yeni sıfatlar alacak, yaşamımızın yeni bir dönemine ulaşacağız.

İçimden yazmak.. yazmak... iz bırakmak belki ... geçiyor. Ama yazılarım yetersiz kalabilecekler. Susuyor, düşüncenin üçeliğine sığınıyorum.

Anneyi, babayı yazayım, kendi anne ve babamı... Bir küçük dokunuş olsun, anılara, düşüncelere, iki kutsal insana.

...

Başlamalı bir yerden, bakalım satırlar nasıl gelecekler.

İlkin saygın insanlardı onlar. Kendilerine, biz çocuklara, anlama saygılı, bunu davranışlarına yansıtan, dürüst insanlar.

Görünümden öte öze değer verirlerdi...... ......

...

Böyle başladım, yazının bu renk, bu bakış açısı ile akmasını istemedim, Küçük parçacıklar bir bütün oluşturacaklar, oraya anlatıda değil sonuçta nasıl olsa ulaşılacak çünkü.

Başlayayım...

* * *

Baba birkaç gündür ortada yok. Bir ara gelir herhalde... Elde para kalmamış, anne sigara ister, üç çocuk ise şekerli birşeyler...

Son para ile şeker alınacak. Ekmek dilimi üzerine sana yağı ve şeker... yemek bile olur ondan. Severdik şekerli ekmek dilimlerini. Gün gitsin bakkala. Oğlum, bak, sakarlık etme yine, şeker paketini düşüreyim falan deme! Olur mu?

- Tamam anne...

Gittim bakkala, aldım bir kilo şeker, ev yolundayım. Kulağımda annemin öğüdü... "oğlum sakarlık etme..." dikkatim elimdeki pakette. Yolda, ayak bastığım yerde değil yani.

Ve, takıldım bir yere, şeker dolu kesekağıdı havalarda, ben diğer yanda.

Kesekağıdı patlamış, şekerin yarısı yerlere saçılmış. O gün oluşan olaylar bana bu aldığım şekerin kıymetli olduğunu sezdirmişti ya, onca uyarıya karşın pakedi elimden düşürüp şekeri heba etmiş olmanın utancı çabası, toplayayım dedim toplayabildiğim kadarını. Avuç avuç toplayıp kesekağıdına...

Eve bina kapısından değil, bahçemize açılan teras kapısından girer çıkardık, az topraklı şeker pakedi ile mutfağa ulaştığımda annem gördüğü karşısında ilkin sustu. Ne desin kadıncağız... Derin bir nefes aldı... sustu yine. Bana baktı. Şekere de... Bir derin nefes daha... Az topraklı... Ve parladı. Evladım, sen salak mısın, şekerin sağlam bölümünü getirseydin eve bari, ben bu topraklı karışımı ne yapayım. Ah evladım benim...

O sırada kardeşlerimden birinin sesini duyduk, bahçeden yola bakıyor, "babam geldi babam geldi..."

Yolda, bahçe kapısı yakınında bir taksiden indi babam. Elinde bir sepet. İçinde 10 kilo şeker. Meyhane piyangosunda kazanmış...

* * *



Bir başka ani parçacığı...

Babam ne derse "tamam baba" diyorum o dönem, 5 ya da 6 yaşımda falan olmalıyım, en çok 8. Bu deyişimin tınısı şu an bile kulaklarımda. Hala sever ve biraz değişik şekilde de olsa kullanırım bu "tamam ..." terimini.

Ve o tamam baba dediğim nice sesleniyi yanıtsız bırakmaya devam ediyor, babamın kimi zaman kendimle ilgili kimi zaman ise ortam ile uyumlu yönlendirme ve isteklerini yerine getirmiyorum. Kendi dünyamdayım yani.

Oğlum, çekici uzatır mısın?
Tamam baba.
...
Oğlum çekici versene?


Bahçenin burasında yürümeyin çocuklar, çamurlu...
Tamam baba
...
Çıkmayın çocuklar şu kanapenin üzerine çamurlu ayaklarınızla... Günnnnnn !!


Oğlum, şunu şöyle..... .....
Tamam baba.

Babam şöyle bir dogrulur, o istenileni yine yapmamakta olan bana bakar...hiddetli bir ses tonu ile: Gün, bana ne dersen de, ama "tamam baba" deme!

.... Tamam baba!